Gözlerini açtığında önünde beyaz bir kağıt duruyordu. Yeni bir sayfa. Üzerine hiçbir şey yazılmamış bembeyaz bir sayfa. Yanında da ucu sipsivri açılmış bir kurşun kalem. Sessizlik. Yani tam olarak sessizlik de denemez. Arkadan bir saatin tıkırtısı duyuluyor. Kısık açılmış radyodan kulak tırmalamayan, dikkat dağıtmayan yine de odayı ıssızlığından kurtaran bir müzik yayılıyor. Radyonun sesi dışarıda usul usul yağan yağmurun sesine karışıyor. Masanın üzerinde dumanı tüten, çevreye mis gibi kokular saçan bir bardak kahve. Taptaze, serin sabah rüzgarı pencerenin tüllerini hafifçe dalgalandırıyor. Bulutların arasından sızan güneş ışıkları ağaçların yapraklarındaki yağmur damlalarına parlatıyor. Dışarıda kimsecikler yok.
Gözlerini kapadı. Düşüncelerinde eli sipsivri açılmış kurşun kaleme uzandı. Kalemin tahtasının üşütmeyen sertliğini hisseti parmaklarında. Sonra kağıdın üzerinde dolaşan yumuşak ucun tatlı bir mırıltı gibi gelen sesini duydu. Bir süre arkasında izler bırakarak kağıdın üzerinde kayan kalemi izledi. Yazdıklarını okumaya çalıştı, başaramadı.
Yeniden gözlerini açtı. Karşısında boş bir beyaz kağıt duruyordu, ama masanın üzerinde dumanı tüten bir kahve fincanı yoktu. Zaten masanın üzerinde kahve fincanı koyabilecek bir yer de yoktu ki. Üstelik sivri uçlu bir kurşun kalem de yoktu. Masadaki çelik taklidi kalemliğin içinde üzerinde çeşitli şirketlerin reklamları olan tükenmez kalemler duruyordu. Kalemlk bilgisayar ekranının biraz arkasındaydı. Pek kullanılmadığı için birisi oraya itivermişti. Gözlerini masanın üzerindeki kağıt yığınlarında dolaştırdı. Bir yerlerde bir yanlışlık vardı. Vardı elbette. Birisi klavyesnin üzerine boş bir fotokopi kağıdı bırakmıştı. Bütün suç da bu kağıttaydı zaten. Sıradan bir fotokopi kağıdı olduğunu unutup onu yazılar yazmaya davet eder gibi göz kırpan bu kağıttaydı suç. Yoksa ne dışarıda yağmur yağıyordu ne de içeride radyo çalıyordu. Üstelik pencerelerde uçuşan tül perdeler filan da yoktu. Sessizlik olduğu doğruydu. Ses ve ısı yalıtımlı camlar kapalı olduğu için içeride klimanın hafif uğultusundan ve klavyelerin tıkırtılarından başka bir ses duyulmuyordu.
Suçlu gözlerle yanındaki masada oturan arkadaşına baktı. Arkadaşının gözleri ekran ve masanın üzerindeki kağıtlar arasında gidip gelirken parmakları sanki kendi başlarına hareket edermişçesine çevik ve uyumlu hareketlerle klavye üzerinde dolaşıyordu. Oysa onun klavyesinden çıt çıkmıyordu. Hep klavyenin üzerindeki o aptal fotokopi kağıdı yüzünden. Kağıdı öfkeyle klavyenin üzerinden çekti, tam buruşturup atacaktı ki aklına bir gün önce müdürün kağıtları boşuna harcayanlar konusunda söyledikleri geldi. Kağıdı alıp yerinden kalktı, yorgun adımlarıyla masaların arasındaki dar aralıktan geçip fotokopi makinasının yanına gitti. Kağıdı makinanın üzerine bıraktı ve yerine geçti. Masalardan birinde oturan bir kız o sırada işinden başını kaldırmıştı. Görmez gözlerle onun yerine oturuşunu izliyordu. Kıza gülümsedi. Kız da ona gülümsedi ama gülümsemesi gözlerine ulaşmadan sönmüştü.
Yerine oturur oturmaz parmakları kendiliklerinden klavyenin üzerine yerleşmiş ve dolaşmaya başlamışlardı. Şimdi onun da gözleri ekran ve masadaki kağıtlar arasında gidip geliyor, klavyesinden düzenli bir tıkırtı duyuluyordu. Kendini bu tıkırtının ahengine kaptırmıştı. Sanki güzel bir tren yolculuğuna çıkmıştı. Trenin penceresinin önünden kayar gibi geçen ağaçları, elektrik direklerini, camlara çarpacak kadar yaklaşan dalları, uzaklarda daha yavaş hareket eden evleri ve onlardan da uzaklardaki tepeleri seyretmeye daldı. Yine usul usul yağmur yağıyordu. İlle de yağmur... Ama usul usul... Sonra tren bir tünele daldı. Her yer kapkaranlık olmuştu.
Şaşkın gözleri kağıtlar ve ekran arasında gidip gelmeyi bıraktılar, karşısında duran koyu gri renkli ekrana bakmaya başladı. Parmakları hala klavyeden düzenli tıkırtılar çıkarmayı sürdürüyorlardı ama ekranda hiçbir şey görünmüyordu. Görünmezdi elbette. Bilgisayarı açmamıştı ki.
Birilerinin onu görüp görmediğini anlamak için çekingen gözlerle çevresine bakındı. Kimse farketmemişti neyse ki. Yavaşça uzanıp bilgisayarın açma düğmesini itti parmağıyla. Bilgisayardan çalışmaya başladığını gösteren gıcırtıyı andırır bir homurtu yükseldi. Artık çalışmaya başlayabilirdi.
Masadaki kağıt tomarını aldı, kenarlardan taşan kağıtları yerlerine itti. Bütün tomarı dik tutup masaya vurarak iyice bir düzeltti. Tarihlerine ve başlıklarına göre sıraya sokmak için kimi kağıtları aralardan çekip öne aldı. Tomar yeniden karışmıştı. Bir kez daha özenle düzeltti. O gün acilen bilgisayara girmesi gereken kağıtları ayırıp klavyenin sağına yerleştirdi. Bu sırada ekranda çalışması gereken dosya da açılmıştı. Gözleri kağıttaki sayıları izlerken parmakları yine kendi işlerine daldılar. Bir süre yazdıktan sonra yazdıklarını kontrol etmek için gözlerini ekrana çevirdi. Ekranda şunlar yazıyordu:
Sevgili babacığım
Bugün yine yağmur yağıyor. Tıpkı...
Gri ekranda parlayan beyaz harfler sürüp gidiyordu. Bu yazdıklarını gören oldu mu diye gözlerini çevresinde gezdirdiğinde odada kendisinde başka hiç kimse olmadığını farketti. Yalnız başına, küçük, tahta bir masanın başında oturuyordu. Parmakları hala klavyenin tuşları üzerinde dolaşıyorlardı ama bu bir bilgisayar klavyesi değildi. Bir daktiloydu. Siyah tuşları üzerine oyulmuş beyaz harfleri, kenardan dışarı doğru uzanan ince, parlak koluyla biraz eskice bir daktilo. Birden çok mutlu olmuştu. Neşe içinde mektubunu yazmaya koyuldu. Babasına son zamanlarda yaptıklarını, geçen gün evinin yakınındaki parkta karşılaştığı yaşlı adamı, yaşlı adamla aralarında geçen konuşmayı bir bir yazdı.
Evet epeyce konuşmuşlardı ihtiyarla. Binlerce gülümsemenin izini taşıyan kırışıklarla çevrili mavi gözlerini ona dikip içini okurcasına uzun uzun süzmüştü onu ihtiyar ilk önce. Sonra da neler yaptığını sormuştu. Nasıl da bocalamıştı adama cevap verirken. Önce işini anlatmıştı. Ne kadar önemli bir işi olduğunu yani. Üzerine dikilen mavi gözlerde anlayış okunuyordu. Yaşlı adam da ona hak vermişti. Binlerce insanın adreslerinin, eğitim düzeylerinin, gelirlerinin, mallarının mülklerinin kayıtlarını tutmanın çok önemli bir şey olduğunu o da kabul ediyordu. Sonra ona bir soru sormuştu yaşlı adam. Şimdi hatırlamıyordu ne sorduğunu. Tek hatırladığı şey ihtiyarın sorusu üzerine kafasının çok karıştığı ve birden adama evinden, okuduğu kitaplardan söz etmeye başladığıydı. Adam yine dinlemişti onu. Evini anlatırken pek ilgi göstermemişti aslında, ama geçenlerde bir eskicide bulduğu guguklu saatin durup dururken, zamanlı zamansız ötüşünü anlattığında mavi gözlerinde neşeli pırıltılar belirmişti. Sonra ihtiyara kitaplarını anlatmıştı. Çok kitabı vardı. Elbette hepsini okumamıştı henüz, ama zaman buldukça okuyordu onları. İhtiyar ona en çok sevdiği kitabın adını sorduğunda bir an için ne diyeceğini şaşırmıştı. İçinde nedense ona bakan bu ışıltılı, kısık gözleri etkileme isteği uyanmıştı. Kitapları içinde en değerlisi olduğunu düşündüğünün adını söyledi. Ağır, ciddi ve önemli bir kitaptı bu. Aslında ilk okuduğunda pek bir şey anlamamıştı ama ikinci, üçüncü okuyuşlarında kitabın derinliklerine girebildiğini hissetmişti. En sevdiği olmasa da en ciddiye aldığı kitabın bu olduğu kesindi. Ama mavi gözler onun içini okur gibi bakıyorlardı. Daha adını söylerken aslında bu kitabı pek sevmediğini belli ettiğini farketti. Sahi hangisiydi en sevdiği kitap? Birden aklına çocukluğunda okuduğu bir roman geldi. İnanılmaz bir yolculuğu anlatıyordu bu roman, ne başı vardı ne de sonu, ama öyle şeyler vardı ki içinde bu yaşa kadar beyninden silinmemişti. Evet o kitaptı en sevdiği kitap. Adını söyleyiverdi kitabın. İhtiyar şimdi ona sıcacık bakmaya başlamıştı. Sonra ne konuşmuşlardı hatırlamıyordu. Çünkü ondan sonra çocukluğunun o güzelim kitabının anılarına dalmış gitmişti.
Evet, o kitabı yeniden bulmalıydı. Ama nereden? Yalnızca adını hatırlıyordu, yazarını bile unutmuştu. Babasına sormayı düşündü. Nasıl soracaktı? Mektubunda sorabilirdi elbette. Mektup yazmıyor muydu nasıl olsa babasına? Kitabın adını yazmak için ellerini tuşlara uzattığında parmaklarının altındaki tuşların oyma beyaz harfli siyah tuşlar değil, ergonomik bilgisayar klavyesinin, kabartma harfli gri tuşları olduğunu farketti. Önündeki koyu gri ekranda beyaz sütunlar boyunca adlar ve sayılar uzanıyordu...
Sabahtan beri çalışıyordu, artık yorulmaya başlamıştı ama epeyce iş yapmıştı. Öteki masalarda oturan arkadaşlarına baktı, onlar da yorulduklarını gösteren hareketler yapıyorlardı. Kimisi gözlüğünü çıkarmış siliyor, kimisi ellerini beline koymuş sırtını dikleştirmeye çalışıyordu. Ayakta dolaşanlar da artmıştı. Birisi elinde bir bardak suyla kapıdan içeri giriyor, bir diğeri tuvaletlerin olduğu tarafa doğru gidiyordu. Ufaktan konuşmalar da başlamıştı. Biraz önce ona gülümseyen kız yan masadaki arkadaşına eğilmiş bir şey soruyordu. Arkadaşına çevirdiği gözlerde boş bakışların yerini biraz kıskanç bir merak almıştı. Kimbilir neler konuşuyorlardı. Konuşmalarından kulağına bir araba markası çalınmıştı. İkisinden biri ya bir araba almıştı, ya da alacaktı herhalde.
‘Araba güzel şey’ diye düşündü. Bir arabası olsaydı ne güzel gezerdi kimbilir. Üstelik sabahları otobüs kuyruklarında beklemekten de kurtulurdu. Ama en önemlisi şöyle upuzun bir yolculuğa çıkabilirdi. Nereye giderdi peki bir arabası olsaydı? İçinden bir ses ‘yağmurlu bir yere,’ diyordu. Nereden çıkmıştı bu yağmur şimdi? Dışarısı günlük güneşlikti. İçerideki klimadan anlaşılmıyordu ama herhalde çok da sıcak olmalıydı. Olsun onun arabasının da kliması olurdu. Serin bir arabanın içinde, televizyondaki araba reklamlarında olduğu gibi dağlara tırmanır, güzel kıyılar boyunca arabasını sürer dururdu. Gider giderdi... Gider giderdi... Peki sonra... İçindeki ses ‘dünya yuvarlaktır’ deyip hayallerini bozuncaya kadar arabasını sürüyordu ama bu kadar araba sürdükten sonra dönüp dolaşıp aynı yere geleceğini düşünmek işin büyüsünü kaçırdı. Peki araba almayacaktı o zaman. Zaten bir arabası olursa artık sabahları otobüs durağına giderken içinden geçtiği o güzel parkı da göremez olacaktı. Aslında arabasını otobüs durağının yakınına park edebilirdi belki, ama akşam yorgun argın işten döndüğünde böyle bir şeyi hiçbir zaman yapmayacağını çok iyi biliyordu. Hem araba sürmeyi de hiçbir zaman sevmemişti ki. Gideceği bir yer de yoktu.
Olmaz olur mu? O çocukluğundaki kitapta anlatılan türden başı ve sonu olmayan bir yolculuğa çıkabilirdi pekala. Ah, bir bulabilseydi şu kitabın yazarının adını. Belki hala yaşıyorsa ona bir mektup yazar ve böyle bir yolculuğa çıkabilmesi için ne gerektiğini sorabilirdi. Aslında neyin gerektiğini çok iyi bildiğini de işte tam o anda farketti. Gözleri ekrandan fotokopi makinasına doğru çevrildi. Evet, işte beyaz kağıt hala orada duruyordu. Artık onu fotokopi kağıdı diye aşağılamaktan vazgeçmişti. Boş bir beyaz kağıttı makinanın üzerinde duran. Bomboş, bembeyaz. Hızla ayağa kalktı. Masaların arasından danseder gibi süzülerek geçip fotokopi makinasının başına gitti. Kağıdı kaptı, yine danseder gibi adımlarla kapıya doğru yürüdü. Birbirleriyle konuşan iki kız onda bir gariplik olduğunu sezmiş gibi konuşmalarını kesmiş gözleriyle onu izliyorlardı. Kızların ikisine birden gülümsedi, başıyla neşeli bir selam verdi. Elindeki kağıdı gösterdi. Kızlar bir şey anlamamışlardı ama anlamış gibi yaptılar. Birdenbire neşeli selamına hiç uymayan bir açıklama yaparken buldu kendini;
‘Babam on yıl önce bugün ölmüştü, o gün usul usul yağmur yağıyordu. Bilseniz, öyle iyi, öyle hayat dolu bir insandı ki. Hep bir kayığı olsun istemişti, ama olmadı işte.’
Sonra elindeki beyaz kağıdı kızlara doğru salladı. O sırada birden gözleri parladı. Yandaki masalardan birinin üzerinde bir kurşun kalem görmüştü, hem de ucu sipsivri açılmış bir kurşun kalem. Hızla uzanıp kalemi kaptı ve koşar adımlarla kapıdan çıktı.
Deniz kıyısındaki çay bahçesinin küçük çaycısı ona dördüncü çayını verdiği sırada oraya gelirken satın aldığı bomboş bembeyaz kağıtların üçüncüsünü dolmak üzereydi. Biraz önce kıyıyı döven dalgaların birdenbire durulduğunu, gökyüzünü tatlı, alevli bir griliğin kapladığını fark etmemişti bile. Kalemi nemlenen kağıdın üzerinde yazmaz olunca başını kaldırmasaydı usulca başlayan yağmurun da farkına bile varmayacaktı.