Gözüme bu sabahki ilk güneş ışığının girmesiyle yeni bir güne başladığımı fark ettim. Yine aynı monotonlukta işle ve ağır toplantılarla geçecek bir gün... Sıcak yatağın içinden çıkıp işe gitmek kadar can sıkan bir şey olamazdı. Yatağında içinde biraz daha debelendim ama girmişti o gün ışığı nasıl olsa artık gözüme uyku girmezdi. Sessiz evimde tek başıma yeni bir güne başlamıştım işte. Keyifsiz bir kahvaltı sonunda işe gitmek için hazırdım. Cisimlendim hoş bir dönüş sonunda artık Bakanlık'ın önünde duruyordum. Sanki gece boyunca uymamış gibi bitkin adımlar atıyordum. Diğer bakanlık çalışanlar bitkin halimi görünce neyim olduğunu sormuyor ancak sorar gözlerle bakmayı ihmal etmiyorlardı. Üzerimdeki şaşkın gözleri görünce yürümemi düzeltmeye karar verdim ancak başarılı olamamışım ki bu sefer daha dikkatli bakmaya başladılar. Her neyse sonunda ofisime gelmiştim. Konforlu, yılan derisi sandalyeme kurulup keyif çekmeyi planlarken kapıdan bir bakanlık çalışanı girip beni rahtsız etme hatasını yaptı. Kim olduğunu bile kavrayamamışken bağırdım, çağırdım kadına. Üslubumu fazla kırıcı bulmuş olacak ki kapıyı yüzüme çarpıp ağlayarak gitti. Sinirlerimin yatışması saatler aldı tabii. Toplantılar sayemde verimli olamayınca öğleden sonraki ikinci toplantıyı yarıda kestiler. Diğer bakanlık çalışanlarının da bu durumdan duydukları huzursuzluk yüzlerine yayılmıştı çünkü yarın fazladan bir toplantı daha yapılması kararı alınmıştı. Onlara özür dileyen gözlerle baksam da fayda yoktu. Odama çekildim insanlarla göz göze gelmeyi önlemek için kendimi işime verdim. En azından uğraştım diyebilirim.
Birkaç saat elimde üç kiloluk bir kitapla uyuyunca kendimi hayli çalışmış gibi hissettim. Artık işten dönüş saati olmuştu. Biraz kafamı dağıtmak için Londra'nın tozlu ve karanlık sokaklarında yürümeye başladım. Zaten dar olan sokak gittikçe daha dar ve ürkütücü oluyordu. Yağmurun başlamasıyla sokak daha çok üstüme gelmeye başladı. Yağmurun harabe binaların camlarından yansıyıp melodik bir şekilde kulağıma fısıldaması işleri daha da zorlaştırdı. Artık nefes alamaz duruma gelmiş patlamaya hazır bir bomba gibiydim. Çareyi cisimlenmekte buldum. Bu boğucu sokaktan kurtulmanın aklıma o sırada tek gelen yolu buydu. Bu sefer sarsıntılı bir cisimlenme geçirmiş olsam da Çatlak kazana giden bu geniş sokağı aşması daha kolay göründü gözüme. Etrafta sadece birkaç sızmış mugglela birkaç da kedi dolaşıyordu. Sokak bir kaç nefeste bitti. Öyle hızla yürüdüm ki 2oo metrelik yolu 2 dakikada aldım. Kendimi Çatlak Kazan önünde buluverdim. İçeri girdim. Tozlu masaya oturdum ve bir kaymak birası söyleyip etrafa bakındım.
Sigara dumanları etrafımı sis gibi sarmış iki metrelik bir görüş alanı yaratıyordu. Bir elimde kaymak birası diğerinde sigara günün yorgunluğunu ve stresini üzerimden atmaya uğraşıyordum. Sigaramı bitirmiş etrafımdaki elimi savurarak yok etmeye çalışırken tozlu ve bir o kadar da eski, tahta çürük kapıdan giren kadını görmemle birayı elimden düşürmem bir oldu.
“Aklapakla!”
İmkânsız! Bu oydu. Sabah toplantıda tartıştığım ama çıkaramadığım kadın. İşte şimdi kim olduğunu hatırlıyordum. Onu nasıl unutmuştum? Garip. Belki de toplantıda gözlerinin içine bakamadığımdandır. Şimdi onu bakışlarını yakalayınca tanıdım. Melissa… Nasıl da güzelleşmişti. Çocukluğun yüzüne verdiği yumuşak hatlar yerini daha olgun ve sert hatlara bırakmıştı. Eskiden açık kahverengi –güneşte sarılaşıyordu- koyu kahverengi gibi bir renk almıştı. Boyu eski bıraktığımdan birkaç santim daha uzundu, birazda kilo vermişti. Dikkatli bakınca fark ettim. Gerçi kilo vermeden önce de uzun inceydi o ayrı. Yaşlanınca-daha doğrusu olgunlaşınca- yüzündeki tek değişmeyen yer gözleriydi. Yine aynı yeşillikte ve aynı canlılıkta… Tıpkı eskiden olduğu gibi… Parlıyor ve etrafa gülücükler saçıyordu.
Beni görünce tanımış olacak ki motor gibi ısmarladığı yemeği yemeye başladı. Bitirdiği yerinden kalktı, masanın üzerine biraz para bıraktı ve koşar adım bardan çıktı.
Kahretsin! Şimdi ne yapacağım? Peşinden gidip onu takip mi etsem, rahat bırakıp onu acıdan uzak mı tutsam? Tabii unutmuş olma olasılığı yüksekti. Ama özlemim daha ağır basıyordu dayanamayıp takip ettim onu. Yeni biramı biraz sertçe – duygu patlaması yaşıyordum- masanın üstüne bıraktım. Sağlam adımlarla barın tozlu kapısına yöneldim, eski püskü kolunu çevirdim. Bardan bu kadar çabuk ayrılmamı şaşkınla izleyenlere aldırmadan… Mell’e yetişmeye çalışıyordum. Etraf ıssız ve sessizdi. Ayrıca zifiri karanlık… Yolumu görebiliyordum ama –nedense?- Bunun onun etrafa yaydığı ışıktan olduğunu düşündüm. Karanlık gecemi aydınlatmış eşsiz yıldız… Ah, şimdi neredesin?
Cisimlenmemiş olmasını umuyordum; çünkü onunla az da olsa konuşmazsam birkaç gece gözüme uyku girmezdi.
“Tanrım, işte orada!”
Yalnızca kendimin duyabileceği bir sesle haykırmıştım. Karanlık gecemin parlak yıldızıyla atamızda yalnızca dört yüz metre kadar vardı. Bu birden çok az göründü gözüme. Londra’dan ayrılıp Fransa’ya gitmiş olduğu üç-beş yılı düşünce. Sayıların önemi yoktu.
Beni beşinci sınıfta bırakıp Fransa’ya gitmişti. Yüzünü ne zamandır görmüyordum. Fransa’ya gitmesinin tek sebebi bendim bunu biliyordum. Daha iyi bir alma diye bahsettiğinin yalnızca bahane olduğunu biliyordum. En azından ümit ediyordum. Yıllardır bununla yaşadım. Tek tutunacağım buydu: Biraz ümit. Son günlerde o ümit tükenmeye yüz tutmuştu ama.
Birden durdu. Takip edildiğini fark etmiş olmalıydı. -Aramızda yüz metreden az vardı. Metreleri sayıyordum.- Sessizce arayı kapatmaya uğraştım. Birden bana döndü. Etraf karanlık olduğundan kim olduğumu tanıyamazdı. En azından onu için karanlıktı. Kim olduğumu çözememiş bir yüz ifadesiyle bana yaklaştı, yaklaştı. Asasını ışıklandırdı.
Kim olduğumu anlayınca donakaldı. Şaşırmış ve kızmış görünüyordu şimdi. Kısa bir süre bana bakakaldı. Benim için çok kısaydı. Ona bir ömür boyunca bakabilirdim. Gözlerinin derinliklerinde yüzdüm o sürede. Gözlerini kaçırmasıyla kendime geldim. Gözlerini üzerinden ayırmam uzun sürse de… Bir şey söyleyecek oldu. Ama söylemedi. Birkaç saniye sonra yüzündeki kızgın ifadenin yerini alaycı bir ifade doldurunca boğazım düğümlendi, nefes alamadım.
Sonunda kendimde konuşabilecek gücü bulup;
"Merhaba. Görüşmeyeli uzun zaman oldu."
Kısık bir ses tonuyla konuşuyordum. Sesim fısıltı gibi çıkıyordu. Biraz da rüzgârdan kaynaklanıyor diye düşündüm.
"Şe-ee-y...Ben... Sabahki olay için özür dilerim. Bir anlık sinir... Seni tanıyamadım."
Günün özeti. Şimdiye kadar onunla konuştuğum en sıkıcı konıydu herhalde. Yalvarır bir yüz ifadesiyle ona bakıyordum. Aslında gözlerinde sitem vardı ama yumuşacıktı. Birden sertleşti. Bana kin duyuyordu. Gözleri daha önce bana böyle bakarken hiç görmemiştim.
"Yüzümü unutmak kolay olmuş," dedi önce patavatsızca. Sesinde bir iğrenme hissedebiliyordum. Ama onun yüzünü nasıl unutabilirdim ki? Bunu düşünmesine bile şaşırmıştım doğrusu.
“Yani önemli değil. Bende özür dilerim.”
Hah! Kendine sığınacak bir delik arama arzusu. Şimdi de kendini özrün ardına saklıyordu. Sadece benden kaçıyordu tüm yaptığı buydu, evet. Benden kaçmaya çalıştıkça geriliyordum.
“Her neyse görüşürüz”
Ah! Yine kaçmıştı. Hayır, bu sefer kaçmasına izin verecek değildim. Benden uzaklaştığı her santimetrede göğsüme saplanmış ağrı katlanıyordu. Henüz yüz metre bile ilerlememişti içimde ona doğru koşma isteği belirdi. Keskin bir acıydı bu katlanamıyordum. Sonra ne yapacağımı bilemeden ona doğru koştum, koştum. Sessizce arkasından yaklaştım. Kolundan tuttum kendime çevirdim. Ahh, ona dokunmayalı öyle uzun zaman olmuştu ki! Bunu özlediğimi şimdi fark ediyordum. Bir süre birbirimize öylece bakakaldım. Bana göre çok kısa bir süreydi bu kısa süre zarfında gözlerinin derinliklerinde yüzdüm. Birden içimde onu öpmeye yönelik bir istek belirdi. Bu Hogwarts'dayken bile çok başıma gelen bir şey değildi. Biz beraber olduğumuz zamanlarda geyik yapardık. Uzaktan kanka görünümlüydük, evet. Ona yaklaştım dudaklarına uzandım. Öpmeye başlamıştım. Her şeyini özlemiştim. Öpüşürken hissettiğini hissettiğim rahatsızlık- bu beni çılgına çevirirdi- kokusu, saçları. Onu öperken diğer yandan saçlarıyla oynuyordum. Yine aynı ince saçları, yüzünü olduğundan daha zarif gösterirdi hep.
Ani ve ondan alışmadığım güçlülüğü gösteren bir hareketle beni kendinden uzaklaştırdı. Onun amacı itmekti biliyordum ama. Zayıf kolları bunu yapamazlardı. Bana deliye dönmüş gibi baktı ve ondan yine hiç beklemediği bir şekilde beni gömleğimden tutarak kendine çekti. Dudaklarına yapıştım. Bu sefer o da istekliydi bu daha ateşli öpüşmemizi sağlıyordu ama yine Hogwarts öğrencilerinden farklı bir hâlimiz yoktu. Uzaktan görenler bizi öğrenci zannedebilirlerdi. Birkaç ateşli dakikadan sonra uzaklaştı benden sinirle bana bakmıştı Olayların tüm sorumlusu benmişim gibi. Sonra arkasını döndü koştu, karanlığa. Bu sefer arkasından gitmedim. Gidemedim o kin dolu bakışından sonra yıkılmıştım, hissetmiyordum. Gözümden damlayan iki damla yaşı rüzgâra savurarak kendi yoluma gitti. Aydınlığa... Onu yarın tekrar göreceğim aklıma geldi nefes alamadım.